COVID 19 SÜRECİNİN KİRA HUKUKUNA ETKİSİ

COVID-19 SALGINININ İŞ HUKUKUNA ETKİSİ
24 Haziran 2020
KORONAVİRÜS SÜRECİNDE ARABULUCULUK
24 Haziran 2020

COVID 19 SÜRECİNİN KİRA HUKUKUNA ETKİSİ

COVID-19 salgınının dünyada ve ülkemizde yayılmasıyla birlikte beşerî ve mali konularda salgının etki alanını daraltmaya yönelik birtakım önemler alınması sonrasında söz konusu önlemler ve yürürlüğe giren yasal değişiklikler kapsamında sözleşmesel ilişkiler çerçevesinde tarafların edimleri ve bu kapsamda ifa yükümlülükleri açısından hukuki etki doğuracak nitelik ve kapsamda değişiklikler vuku bulmuştur.

Bu itibarla, salgının etkilerinin azaltılması amacına yönelen gerek birtakım zorunlu tedbirler gerek hükümet tavsiye kararları ve genel sağlık tedbirleri sonucunda ticari hayata etki eden değişiklikler, sözleşmesel ilişkilerin devamı veya tarafların söz konusu ilişki çerçevesinde yükümlülüklerinin ifasını kimi hukuki işlemler için güçleştirirken kimileri için ise imkânsız hale getirmiştir.

Bu çalışmada salgının Türkiye’deki etkileri ile aşağıda yer alan konu başlıklarına yönelik tedbirler ve söz konusu tedbirlerin kira hukuku çerçevesinde taraflar arasındaki hukuki ilişkiye etkisi ele alınacaktır.

Bu itibarla, COVID-19 salgınının ve söz konusu salgın sözleşmesel edimler yönünde “ifada gecikme” veya “edimin ifa edilmemesi” kavram ve hususlarının 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu (“TBK”) çerçevesinde yerini bulan aşırı ifa güçlüğü, kısmi imkânsızlık ve ifa imkansızlığı kavramları ve yine Yargıtay içtihatları ve doktrin temelinde sözleşme ilişkilerine etkisi şüphesiz olan mücbir sebep ve beklenmedik hal kavramları ışığında incelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.

Bilindiği üzere, sözleşmeler hukukuna hâkim olan temel ilke ahde vefa (pacta sunt servanda) ilkesidir fakat belirtmek gerekir ki belli bir takım durum ve koşullarda tarafların sözleşme ile ifa yükümlülüğü altına girmiş oldukları borçlarını tüm bu ağırlaşan söz konusu koşullara rağmen yerine getirmelerinin beklenmesi hakkaniyet, doğruluk ve dürüstlük kurallarına aykırı düşer. Özellikle iki tarafa borç yükleyen sürekli edimli sözleşmeler bakımından, sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olan durum ve şartlar ile sözleşmenin ifası sırasında hâkim olan durum ve şartlar arasında önemli derecede değişiklikler olması durumunda değişen/ağırlaşan tüm bu durum ve koşullara rağmen borcun sözleşmede düzenlendiği haliyle ifa edilmesine yönelik talepler 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralına aykırılık teşkil edebilecektir. Bu noktada vurgulanması gereken ahde vefa ilkesi çerçevesinde aslolanın sözleşme içeriğine her hal ve şartta uyulması ve sözleşmenin kanundan veya sözleşmeden kaynaklanan durumlar haricinde tek taraflı olarak feshedilemeyeceği olup, edim dengesinin sözleşmenin yapıldığı sıradaki şartların salgın hastalık gibi beklenmeyen hal ve mücbir sebep dolayısıyla değişebileceğidir. Zira ahde vefa ilkesinin bir sonucu olan işlem güvenliği kapsamında edimlerin aynen ifasının talebi hakkaniyete aykırı sonuçlara sebebiyet verecektir. Edim dengesinin bahsedilen sebeplerle bozulması halinde ifa imkansızlığı nedeniyle borç ilişkisinin sona ermesi veya ifa güçlüğü nedeniyle sözleşmenin değişen şartlara uyarlanması (clausula rebus sic stantibus) gündeme gelebilecektir.

Borcun, ifa edilemediğinin kabulü için, dış etkenler nedeniyle bir diğer deyişle borçluya yüklenebilmesi mümkün olmayan sebeplerle borcun konusunun imkânsız hale gelmesi gerekmektedir. Burada önemli olan imkansızlığın borçludan kaynaklanan veyahut borçluya yükletilebilecek herhangi bir sebepten ileri gelmemiş olmasıdır. Türk Borçlar Kanunu’nun 136. maddesinde borcun ifasının, borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle imkânsızlaşması halinde borcun imkansızlaşan bölümünün sona ereceği belirtilmiş olup, bu kapsamda imkansızlaşmanın mümkün olup olmadığı ve ayrıca söz konusu olup olmadığı kavramın genel tanımına bağlı olarak ancak ilgili sözleşme özelinde değerlendirilmelidir. İmkansızlaşma, bir borcun hukuken zorla icra kanallarıyla dahi ifa edilemez hale gelmesidir, dolayısıyla, para borcu gibi borçlarda “imkansızlaşma” dan söz edilemeyecektir. Bunun yanı sıra, özel düzenlemelerle olağanüstü hallerin sözleşme yükümlülüklerine etkisinin düzenlendiği sözleşme tiplerinden biri olan kira sözleşmelerinde “imkansızlaşma” olup olmadığı ayrı ayrı değerlendirilmelidir.

Türk Borçlar Kanunu’nun 136. maddesinde kira sözleşmesinin kurulduğu sırada mümkün olan borcun ifasının sözleşmenin kurulmasından sonra imkânsız hale gelmesi düzenlenmiş olup, borcun ifası borçlunun sorumlu tutulmayacağı sebeplerle imkansızlaşması durumunda borcun sona ereceği hüküm altına alınmıştır.

Bu doğrultuda, taraflar arasında kurulmuş olan kira sözleşmesi hükümleri kapsamında mevcut bulunan hukuki ilişkide, söz konusu hukuki ilişkinin kurulduğu sırada mevcut olan şartların değiştiğinden ve  COVID 19 salgını sebebiyle kamu otoriteleri tarafından hazırlanmış olan Genelge sonrasında faaliyetleri geçici olarak durdurulan işletmeler bakımından kira sözleşme kapsamında söz konusu tedbirlerin salgın dolayısıyla devam etmesi durumunda kira sözleşme ise ifa yükümlülüğü kapsamında para borcu olan kira ödeme borcunun ifasının imkansız hale gelmesinden söz edilebilecektir.

Bir diğer husus sözleşmelerin askıya alınması prosedürüne ilişkin olup, borcun ifasının imkansızlığına ilişkin sürecin devam ediyor olması halinde söz konusu imkansızlığın kiraya veren açısından sözleşme ilişkisine devam etmeyi katlanılamaz hale getirmesi durumunda sözleşmenin feshi gündeme gelebilecektir.  Belirtildiği üzere, kira sözleşmesi iki taraflı ve her iki tarafa da borç yükleyen sözleşmelerden olup, hukuki niteliği itibariyle borç doğurucu hukuku işlem olarak vasıflandırılmıştır. Tarafların sözleşme ile ifayı yüklendiği edimler Türk Borçlar Kanunun 299. maddesi kapsamında; kiraya veren açısından kiralananı kullandırma veya kullandırmayla birlikte ondan yararlanılmasını sağlama olup, kiracı açısından ise kira bedeli ödemektir. Bu halde, kiracının kira bedelini ödeme borcundan kurtulması akabinde kiraya verenin Türk Borçlar Kanunu kapsamında hazır bulundurma/yararlanmayı sağlama borçlarının devam etmeyeceğini de kabul etmek gerekir.

Vurgulamak gerekir ki; kira sözleşmesi çerçevesinde kiralayan tarafından yüklenilen kira bedeli ödeme borcunun yukarıda bahsedilen nedenlerle ifasının imkansız hale geldiğinden söz edebilmek için her bir somut olayın kendi özellikleri incelenerek ve durum ve koşullar dikkate alınarak değerlendirme yapılması gerekmekte olup, Genelge kapsamında yer alan ve bu sebeple faaliyetine ara verilmiş olan tüm işletmelerin kira sözleşmesi kapsamında kira bedeli ödeme borcundan ifa imkansızlığı dolayısıyla kurtulacağı söylenemez.

Mücbir sebep genel olarak, varlığı halinde sözleşmeden doğan sorumluluğun ortadan kalkmasına sebep olan durumları ifade etmekte olup, kavrama ilişkin net bir tanım hukuki düzenlemelerde yer almamakla birlikte kavramın öğreti ve yargı kararlarıyla somutlaştırılmış olması sebebiyle hangi durum ve koşulların “mücbir sebep” kavramına dahil edilebileceği ve söz konusu kavram çerçevesinde incelenip değerlendirilebileceği hususunda Yargıtay içtihatları ve doktrin çalışmaları önem arz etmektedir.

Doktrin ve Yargıtay içtihatlarında, borcun ifasına etki eden “mücbir sebep” kavramının öngörülemez ve kaçınılmaz bir olay/durum, öngörülemez durumun borçlunun engelleyemeyeceği bir durum olması ve dış kökenli ve borcun ihlaline neden olan bir olay olarak tanımlanmaktadır.

Yargıtay kararlarında “mücbir sebep” kavramının yorumu ve kavramın içeriğine ilişkin değerlendirmeler her bir sözleşmenin niteliğine göre değişebilmektedir.

Pek çok sözleşmede “mücbir sebep” olarak adlandırılan bir maddeye yer verilmekte olup, ilgili maddede öncelikli olarak mücbir sebep oluşturacağı kabul edilen durum, koşul ve olaylar, ardından söz konusu durum, koşul ve olayların meydana gelmesi halinde sözleşme taraflarının hukuki düzende sahip olacağı hak ve yükümlülükler ve bunların hukuki sonuçlarına yer verilmektedir.

Bu itibarla, sözleşme tahtında taraf iradesi ile “mücbir sebep” olarak yer verilen durum, koşul ve olaylara sınırlı olarak yer verilmesi durumunda hukuk öğretisinde kural olarak borçlunun, sınırlı şekilde sözleşmede belirlenmiş olan “mücbir sebep” hâlleri dışındaki durum, koşul ve olaylar bakımından sözleşmede düzenlemiş mücbir sebeplerin hukukî etkilerinden yararlanamayacağı kabul edilmektedir ancak belirtilmek gerekir ki bu halde, nezdinde mücbir sebep gerçekleştiği iddiasında olan tarafın Türk Borçlar Kanununun 112. maddesinde  yer alan “kusursuz sorumluluk” prensibinden de faydalanması mümkün olabilecek ve mücbir sebebin hukuka ilişkiye etkisi söz konusu prensip çerçevesinde iddia edilebilecektir. Tüm bu sebeplerle, taraflarca sözleşmede açıkça mücbir sebep hallerinin düzenlenip düzenlenmediği veya düzenlense dahi sözleşmede taraflarca sözleşmenin kuruluş aşamasında öngörülmemiş bulunan ve bu sebeple sözleşme tahtında öngörülmemiş bulunan herhangi bir durum, koşul ve olayın taraflarca öngörülemeyen bir mücbir sebebin oluştuğu durumlarda, edimler arasındaki dengenin yeniden değerlendirilmesi dürüstlük kuralı ve kusursuz sorumluluk ilkeleri çerçevesinde hukuk öğretisinin gerekliliği olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu çerçevede, COVID-19 virüsünün dünya ülkelerince salgın hastalık olarak kabul edilmesinin ve söz konusu salgının yayılma etkisini azaltmak amacıyla başvurulan tedbirlerin kira sözleşmelerine ve sözleşme çerçevesinde kurulan taraflar arasında hukuki ilişki üzerindeki etkisi farklılık gösterecektir. COVID-19 salgınının etki ve yayılım hızının azaltılması amacıyla kapsamında alınan tedbirler genel çerçevede zorunlu tedbirler ve tavsiye kararı/genel sağlık tedbirler olmak üzere sözleşmelere etkisi bakımından sınıflandırılabilecektir.

Tiyatro, sinema, konser, spor salonları, güzellik salonları, kuaför gibi pek çok işletmenin faaliyetlerinin İçişleri Bakanlığı Genelgesi ile geçici olarak durdurulması neticesinde  taraflar arasındaki kira ilişkisine etkisi yönünden söz konusu tedbirlerin, tarafların sözleşme ile üstlendikleri borcun ifasını yerine getirmesine engel olması ve bu kapsamda etki etmesi durumunda engellenemeyen, öngörülemeyen ve aynı zamanda taraflardan herhangi birinin davranışları yahut bu davranışların neticesinden kaynaklanmayan dış kaynaklı bir hal olması halinde  mücbir sebep oluşturacağı söylenebilecektir. Bir devlet tasarrufu olan İçişleri Bakanlığının Genelgesi’nin taraflar arasındaki hukuki ilişkiye ve söz konusu ilişki çerçevesinde tarafların edimlerinin ifasına etkisi ve bu etkinin ifanın niteliği bakımından dikkate alınması başka bir deyişle ifanın yalnızca belirli bir taraftan beklenilmesi halinin söz konusu olup olmadığı önem arz etmektedir. Ayrıca, alınan tedbirlerin geçici süre ile sınırlandırıldığı dikkate alınarak, geçici ifa imkansızlığı durumunun değerlendirilmesi ve bu itibarla tarafların edimlerinin ifasının imkansızlığın sona erdiği zamana kadar ertelenmesi söz konusu olabilecektir.

Hükümet tavsiye kararları veya genel sağlık tedbirleri kapsamında faaliyetlerinde bakımından kısıtlama veya durdurmanın söz konusu olduğu işletmeler bakımından, kurulmuş sözleşme tahtında mücbir sebep olarak sayılan haller içeriğinde “salgın hastalık” hükümlerinin bulunması durumunda mücbir sebep nedeniyle sözleşmesel ilişki yönünden ifanın geçici olarak imkansızlaştığından ve ifanın ertelenmesine ilişkin iddia ve talepler her bir somut olayın niteliğine göre değişecektir.

Zorunlu bir tedbir dolayısıyla işyeri kapatma veya faaliyetlerin durdurulması söz konusu olmaması sebebiyle bu kapsamdaki sözleşmesel ilişki çerçevesinde “salgın hastalık” durumlarının mücbir sebep olarak düzenlenmeyen işletmeler bakımından mücbir sebep durumu yukarıda bahsedildiği şekilde ileri sürülemeyecek olsa dahi sözleşme ile yüklenilmiş bulunan edimlerin ifasına yönelik olarak, “aşırı ifa güçlüğü” koşullarının oluşup oluşmadığını değerlendirmesi mümkündür.

Türk Borçlar Kanunun 138. maddesine göre sözleşmenin kurulduğu esnada taraflarca öngörülemeyen, borçludan kaynaklanmayan, söz konusu durumdan sonra ifanın gerçekleştirilmesinin talep edilmesi dürüstlük kuralına aykırı olacak şekilde güçleşmesi söz konusu ise aşırı ifa güçlüğünden bahsedilebilir.

Belirtmek gerekir ki; kanunda koşulları sayılmış olan aşırı ifa güçlüğünün varlığına ilişkin bir takım şartların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir zira kavram ifanın imkansızlaştığı durumlardan ziyade ifanın halen mümkün olduğu ancak taraflarca öngörülmeyen bir durum, olay veya koşulun ortaya çıkması sebebiyle sözleşmesel ilişki içerisinde karşı taraftan yükümlülüklerini yerine getirmesinin aşırı ölçüde zorlaştığı başka bir deyişle söz konusu öngörülemeyen durum, koşul ve olaylar sebebi ile taraflar arasındaki sözleşmenin ekonomik dengesinin borçludan ifayı bekleme noktasında dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı durumlara özgülenmiştir. Nitekim böyle bir halde, tarafların biri için aşırı ifa güçlüğünün varlığının kabulü halinde sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması ve bunun mümkün olmadığı hallerde borç ilişkinin sona erdirilmesi imkânı doğacaktır. Burada vurgulanması ve dikkat edilmesi gereken husus ifanın beklenmesinin dürüstlük kuralına aykırılık teşkil edeceğinin tespitidir. Bu sebeple, somut olayın özellikleri dikkate alınarak kendi kararı ile işletmeler kapatan kiracılar ile hükümet kararı ile işletmesini kapatan kiracılar arasında ifanın beklenmesinin dürüstlük kuralına aykırı olup olmayacağı noktasında ayrım yapılmalıdır.

Türk Borçlar Kanunu aşırı ifa güçlüğünün varlığının tespitine ilişkin birtakım belirlemeler yapmış olup, somut olayda ifanın beklenmesinin sözleşmesel ilişkide taraflar arasında edimler dengesinin bir tarafın zararına bozulması durumunda borçluya iki temel imkan tanımıştır;

Sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edebilecektir. Şöyle ki Türk Borçlar Kanunu kapsamında öngörülmüş olan bu hakkın kira ilişkisinin tarafların sulh olması yoluyla kullanılabilmesi mümkün olmakla birlikte, anlaşmanın mümkün olmadığı veya sağlanamadığı hallerde mahkemeye başvurulması suretiyle dava yolu ile kullanılması söz konusu olacaktır. Bu halde hâkim, somut olayı kendiliğinden araştıracak olup, sözleşme hükümleri çerçevesinde uyarlama talebinin hukuken mümkün olup olmadığını tespit edecek ve mümkün olan durumlarda uyarlamaya ilişkin yöntem ve miktarı serbestçe belirleyecektir.

                        Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2001/4384 E. 2001/5327 K. sayılı kararında “Sözleşmenin yeni durumlara uyarlanması yapılırken önce sözleşmede, daha sonra kanunda bu hususta intibak hükümlerinin bulunup bulunmadığına bakılır. Sözleşmede ve kanunda hüküm bulunmadığı takdirde sözleşmenin değişen hal ve şartlara uydurulmasının gerekip gerekmeyeceği incelenir. Sözleşmede veya yasada değişen hal ve şartlara dair bir kayıt veya hüküm bulunmaması gerekir. Nitekim sözleşmedeki bir kayıtla değişen hal ve şartların rizikosunu üstlenen kimse, doğruluk ve dürüstlük kuralına dayanarak sonradan bu rizikodan kendisini kurtaramaz.” demek suretiyle aşırı ifa güçlüğü durumunda kanunen tanınan imkanlardan biri olan uyarlama taleplerinde incelemenin sözleşme temelinde ve kanunen yapılacağı belirtilmiştir.

                        Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1998/13-815 E. 1998/835 K. sayılı kararında uyarlama yasağı kaydına rağmen uyarlama yapılacağına karar verilmiştir: “Böyle bir durumda sözleşmedeki intibak kaydına rağmen edimler arasında aşırı bir nisbetsizlik çıkmışsa uyarlama yine yapılmalıdır. İşlem temelinin çöküşüne ilişkin uyuşmazlıkların giderilmesinde kaynak olarak Medeni Yasanın 1, 2 ve 4’ncü maddelerinden yararlanılacaktır. İşlem temelinin çöktüğünün dikkate alınması dürüstlük kuralının gereğidir. Diğer bir anlatımla durumun değişmesi halinde sözleşmede ısrar etmek dürüstlük kuralına aykırı bir tutum olur.” diyerek aşırı ifa güçlüğüne ilişkin değerlendirmede taraflar arasında hukuki ilişkinin kurulması sonrasında taraflardan herhangi biri tarafından öngörülemeyen ve bir taraf açısından sözleşme dengesini sarsan durum, koşul ve olayların vuku bulması halinde borçludan ifanın talep edilmesinin dürüstlük kuralına aykırı olacağı vurgulanmıştır.

                        Yine Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 2012/22344 E. 2012/36304 K. sayılı kararında; “Sözleşmenin yeni durumlara uyarlanması yapılırken önce sözleşmede, daha sonra kanunda bu hususta intibak hükümlerinin bulunup bulunmadığına bakılır. Sözleşmede ve kanunda hüküm bulunmadığı takdirde sözleşmenin değişen hal ve şartlara uydurulmasının gerekip gerekmeyeceği incelenir. Bazen de sözleşmede olumlu ve olumsuz intibak kaydı bulunmakla beraber, bu kayda dayanılarak sözleşmenin kayıtla birlikte aynen uygulanmasını talep etmek MK. md. 2/2 hükmü anlamında hakkın kötüye kullanılması manasına gelebilir. Böyle bir durumda sözleşmedeki intibak kaydına rağmen edimler arasında aşırı bir nispetsizlik çıkmışsa uyarlama yine yapılmalıdır. İşlem temelinin çöküşüne ilişkin uyuşmazlıkların giderilmesinde kaynak olarak M.K. nun 1, 2 ve 4 üncü maddelerinden yararlanılacaktır. İşlem temelinin çöktüğünün dikkate alınması dürüstlük kuralının gereğidir. Diğer bir anlatımla durumun değişmesi halinde sözleşmede ısrar etmek dürüstlük kuralına aykırı bir tutum olur.” demek suretiyle sözleşme ile kayıt altına alınan rizikonun üstlenilmesi halinde dahi nispetsizliğin ortaya çıkması durumunda uyarlama talebinde bulunulabileceği ifade edilmiştir.

Sözleşmenin uyarlanmasının talep edilmesi durumunda sözleşmeden doğan riskler hâkim tarafından sözleşme ile üstlenilen riskleri taraflar arasında hakkaniyet ilkesine uygun olarak paylaştıracak olup, aşırı ifa güçlüğü sebebiyle borçlu zararına bozulan edim dengesini yeniden sağlayacak şekilde tarafların edimlerini uyarlayacaktır.

Uyarlama talebi neticesinde sonuç alınacağı inancıyla taraflardan birinin eksik veya geç ödeme yapması mahkeme tarafından uyarlamanın daha yüksek bir bedel/daha farklı koşullarda gerçekleştirilmesine ilişkin hüküm kurulması durumunda ilgili tarafın eksik ifa edilen bölüme ilişkin gecikme faizi ödeme yükümlülüğü devam edecek olup, sözleşme tahtında yer alan cezai şartların da uyarlama talebine konu edilmesi mümkün olacaktır.

Belirtmek gerekir ki; tarafların edimleri arasındaki dengenin yeniden kurulmasının uyarlama yoluyla sağlamanın mümkün olmadığının mahkeme tarafından tespiti halinde borçlunun sürekli edimli sözleşmelerden olan kira ilişkisi kapsamında ise sözleşmeyi feshetme hakkı Türk Borçlar Kanunun 138. maddesi kapsamında aşırı ifa güçlüğüne ilişkin bir hak olarak kullanımı söz konusu olacaktır.

Sözleşmenin uyarlanması yoluyla edimler arasındaki dengenin sağlanmasının mümkün olmadığı hallerde, kira ilişkisinin sürekli bir borç doğurması sebebiyle Türk Borçlar Kanunu’nun 138. maddesinin 1. fıkrası uyarınca sözleşmenin ileriye etkili olarak feshi gündeme getirilebilecektir. Bu nokta önemli olan, sözleşmesel ilişki kapsamında edimler arasındaki dengenin uyarlama yoluyla sağlanamaması durumunda fesih hakkının kullanılmasının mümkün olduğudur.

26 Mart 2020 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun Geçici 2. maddesi uyarınca, 01.03.2020 tarihinden 30.06.2020 tarihine kadar iş yeri kira bedelinin ödenememesi kira sözleşmesinin feshi ve tahliye sebebi oluşturmayacağı hükmü düzenleme altına alınmış olup, kanun koyucunun iradesinin salgının kira sözleşmeleri çerçevesinde kiralayanın kira bedeli ödeme borcuna ilişkin tartışmaları belirli tarihe kadar askıya aldığı görülmektedir. Ancak söz konusu düzenlemenin kira bedeli ödeme borcunun ortadan kaldırılmasına ilişkin olduğunu düşünmeye imkân bulunmamakta olup, her somut olay kendi içinde özel durum ve koşullar dikkate alınarak incelenmeli ve değerlendirilmelidir.

Türk Borçlar Kanunu’nun “ifada sıra” başlıklı 97. maddesinde karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerektiğini belirtmiştir. Bu doğrultuda, her iki tarafa borç yükleyen kira ilişkisi bakımından kiralayanın asli borcunun kiralananı amacına uygun olarak kullandırma ve yararlandırma olması sebebiyle salgın sebebiyle kiraya veren tarafın asli edimin yerine getirilmemesi sebebiyle kira bedelinin ödenmemesi gündeme gelebilecektir.

Sonuç olarak, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Wuhan kentinde ortaya çıkması sonrasında tüm dünyaya yayılan korona COVID-19 virüs salgını kısa sürede küresel ve ulusal bazda ticaret hayatını büyük oranda etkilemiş, sözleşmelerden doğan yükümlülüklerin yerine getirilememesi, ifanın gecikmesi (temerrüt), aşırı ifa güçlüğüne ilişkin hükümlerin yeniden yorumlanması ve değerlendirmelerin bu doğrultuda yapılmasına yol açmıştır.

COVID-19 salgının sözleşmelere etkisi değerlendirilirken öncelikle ahde vefa ilkesi uyarınca sözleşme tahtında yer alan mücbir sebep ve uyarlama hükümlerinin incelenmesi, hükümlerin incelenmesi sırasında sözleşme ile kayıt altına alınan diğer hükümlerin ilgili hükümler ile birlikte değerlendirilmesi, dolayısıyla salgının sözleşmenin konusu ve amacı doğrultusunda mücbir sebep olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği tespit edilmelidir. Nitekim, doktrin görüşleri ve Yargıtay kararları incelendiğinde mücbir sebebin mahkemeler nezdinde tespitinde tüm sözleşmelere uygulanan genel geçer bir kabul ve tanım bulunmamakta olup, her sözleşmenin kendi içeriği kapsamı ve amacı dikkate alınarak değerlendirmeye tabi tutularak ilgili sözleşme ile tarafların sözleşmenin kuruluşu ile ulaşmak istedikleri amaç göz önünde bulundurulmak suretiyle sonuca ulaşmaktadır.  Zira COVID-19 salgının sektörlere ve bu doğrultuda akdedilmiş bulunan sözleşme çerçevesinde ifa yükümlülüklerine etkisi alınan tedbirlerin içeriğine göre aynı olmayacaktır.

Şartların değişmesine yönelik risk paylaşımı da somut olaya göre değerlendirilmelidir. Bu sırada tarafların menfaatlerine, alınan önlemlere, önlemlerin niteliğine ve sözleşmede başlangıçta sağlanan dengeye göre hareket edilmesi gerekecektir.

Stj.Av.KARDELEN ÇANAK     

Comments are closed.